Bu yazıda, Oruç Aruoba’nın kızına yazdığı mektubun bir cümlesinden bahsedeceğim. Bu cümleyi kendimce yorumladım ve sizlerle paylaşmak istedim.
İşte bu cümle:
Ne mutlu sana ki, insan olmanın acısını çekebiliyorsun, bunca yıl da, çektin…
Bu cümleden benim anladıklarım
Başta anladıklarımı yazmadan insanın ve hayvanın tanımını yapmak istiyorum.
İnsan: Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucu değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı…
Hayvan: Duygu ve hareket yeteneği olan, içgüdüleriyle hareket eden canlı.
İnsan ve hayvan arasındaki tanımı yaptık. Kısaca; insan düşünebilen, hayvan ise belli genleri doğrultusunda, doğar doğmaz vahşi hayata adapte olan bir varlıktır.
Bir de benim insan ve hayvan arasında kalmış olanlar için kullandığım bir tabir var: Yaratık!
Bunu da kısaca açıklamak isterim: Yaratık; hayatta kalmayı becerebilen, bütün amacı hayatta kalmak olan, problem çözemeyen, yemek yiyen, uyuyan, etrafındakileri taklit eden, hiç bir inceliği olmayan yani amiyane tabirle “ot gibi yaşayan” varlıklardır.
İnsan olmanın acısı
Bence, gerçek bir insan olmanın temelinde düşünmek eylemi yatar. Bu hayatta kalmayı veya yarın ne yiyeceğini, ne giyeceğini düşünmek değil. İnsanın bir tutkusu olmalı; bu tutku onu rahatsız etmeli, rahatsız ederken de bir yandan rahatlatmalı. İnsan, ince düşünmeli, ruhunu rafineleştirmeye çalışmalı, herkesle aynı şeyleri düşünmemeli. Bu içinde bulunduğumuz “hız çağında” durup yavaşlamalı, etrafını görmeli.
Bunları düşünmek zor ve bunları uygulamaya koyup yaşamak daha da zor.
Rafine olmak
Rafineleşmek kavramı üzerine biraz konuşmak istiyorum.
Rafine olmak, öyle üç beş haftada olacak iş değil, birkaç yılda da değil. Peki ne zaman rafine birisi oluruz? Ömrümüzü; gençliğimizden itibaren okumaya, “özgün düşünmeye” ve bunları yaparken de üretmeye adadığımız zaman, gençliğin uçucu düşünceleri gittiği zaman, olgunluğa girdiğimizde düşüncelerimiz ve hareketlerimiz oturmaya başladığın zaman. Bence, insanlığa giden ilk adım rafineleşme yoludur.
İnsan olmak aynı zamanda inceliktir, naifliktir. İnsan olmak, küçük şeylerden zevk almaktır. Yalnız kalabilmenin tadına ve yalnız kalmanın özgürlüğüne ulaşmaktır insanlık. Unutmayın; yalnız kalmayı beceremeyen insan düşünemez, düşünemeyen insan da insan olamaz.
Peki, acı bunun neresinde
Düşünmek kolay bir iş değildir, hele ki rafinelik yolu çok zordur. Bu yol aynı zamanda mutluluğu da getirir, aydınlanmanın mutluluğunu. Rafine bir insan topluma kolayca uyum sağlayamaz hep eğreti durur toplumda. Bu da “yaratıklar” tarafından dışlanmayı ve kötü bakışı getirir, ki rafine bir insan bu bakışları önemsemez.
Hep rafinasyon ve rafine insan olmaktan bahsediyorum. Biraz da rafine olmadan insan olanlardan bahsetmek istiyorum.
Herkesin müziğe, resme, kitaplara ilgisi olacak diye bir zorunluluğu yok. Bunları yapmadan da insan olunabilir. Sadece düşünmek ve etrafı görerek de insan olabiliriz. Bir de bulunduğumuz coğrafyadaki olayları takip etmeli, ki önünü görebilsin.
Rafine olsun olmasın insan olmanın zorluğu şuradadır: Doğduğumuz ev, aynı zamanda biraz kaderimizi belirliyor. Kader, biz ne yaparsak odur ama çevre de bunu etkiliyor. Eğer etrafımızda gerçek insanlarla büyümemişsek insan olarak var olmak bizim için biraz zor. Yolumuzu kendimizin bulması gerekiyor. Çoğu kişi bu yolu göremeden hayata uyum sağlayıp sürü arasına karışıyor. Ancak çok az kişi insan olmanın tadına ve acısına varabiliyor.
Oruç Aruoba’nın beni çok düşündüren ve etkileyen cümlesini, yukarıda tamamen kendi düşüncelerimle yazdım. Şimdi Oruç Aruoba’dan bazı kitaplarıyla yazımı bitireceğim.
Eserlerinden birkaçı;
De ki işte, 1990
Yürüme, 1992
Hani, 1993
Ol/An, 1994
Uzak, 1995
Yakın, 1997
Çengelköy Defteri, 2001
Zilif, 2002
Tüm kitaplarına ulaşın.